Bizi biz yapan nedir? Doğduğumuz ev mi? Doğduğumuz şehir, ülke, kültür, din mi? Kendimizi doğduğumuz yere ait hisseder miyiz her zaman? Zaman ve mekan kavramlarının ötesinde benlik bilincinin şekillenmesiyle bizi içsel bir yolculuğa ve bazen yollara düşürür bu sorular.

Arayış, yolculuk kendine dönen insanı hep cezbetmiştir. Peki neyi aradık insanlık tarihi boyunca? 2400 yıl önce yaşamış olan Platon, “Meno” diyaloğunda bir paradokstan söz eder: Eğer aradığımızın ne olduğunu biliyorsak, aramamıza gerek yoktur. Öte yandan, eğer aradığımızın ne olduğunu bilmiyorsak, onu nasıl bulabiliriz?

Doğduğumuz evin, içinde bulunduğumuz toplumun bizden beklediği belirli normlar ve hedefler vardır. Bu hedefe kilitlenmiş biçimde yaşayan kişi, kendi benliğinin sınırlarını genişletmeyi, dünyayla ve kendiyle bütünleşmeyi gözden kaçırır. “Ben kimim? Nereden geliyorum? Nereye gidiyorum? Hayatımın anlamı ne?” gibi sorular, “Kendini bil!” diyen Sokrates’ten bu yana düşünmekten korkmayan herkesin kafasında. Bu sorular bir arayışa sürüklüyor bizi ve felsefe (philosopia: bilgi sevgisi), bilim, din, sanat, edebiyat, toplumsal ve kültürel ve bireysel deneyimler yolumuza ışık tutuyor.

Her bireyin yaşamı eşsiz, özgün deneyimlerden ve perspektiflerden oluşur. Kişi çocukluk, çevre, eğitim, ilişkiler ve karşılaştığı olaylardan yola çıkarak kendi anlamını yaratır. Viktor Frankl, “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında “Herkesin anlamı farklıdır. Her bireyin hayatı, kendine özgü sorumluluklarla doludur ve kimse başkasının yolunu yaşayamaz.” der.

Hayatı ve dünyayı anlamaya çalışmak filozofların mesleği değil, insanın doğasında vardır. Jostein Gaarder, “Sofie’nin Dünyası” adlı kitabında “Bir çocuk olarak dünyaya gelmişsen, bir filozof olarak dünyaya gelmişsin demektir.” der. Bir çocuğun dünyayı merakla, önyargısız, hayal gücüyle, açık fikirlilikle keşfetmesi, filozofların dünyayı keşfetme ve anlamlandırma süreçlerinde gösterdiği ortak yönlerdir. Yaş aldıkça bu sorularımıza, gönül sesimize kayıtsız, inançsız ve umutsuz kalırız. Kafamızın içindeki anne ve babalarımızın, eğitimcilerimizin sesleri kendi iç sesimizi bastırır ve dünyaya artık öğrendiğimiz genelgeçer yargılarla bakar, sorgulamaya da korkarız. Çünkü bu durum, sosyal gruplardan dışlanmamıza veya yalnız kalmamıza neden olabilir. Paulo Coelho, “Simyacı” adlı kitabında şöyle der: “Gözümüzün önünde büyük hazineler olduğu halde asla göremeyiz onları. Peki neden bilir misin? Çünkü insanlar hazineye inanmazlar… Unutma ki yüreğin, hazinenin bulunduğu yerdedir.”

Anlam arayışı, yaşam boyu devam edebilecek bir süreç olabilir. Kimi insanlar hayatlarının bir döneminde bir anlam bulduklarını hissetse bile, yaşam koşulları değiştikçe ve yeni deneyimler kazandıkça, anlam arayışı yeniden ortaya çıkabilir. Bu da kişinin sürekli bir sorgulama halinde olmasına neden olabilir ki, bu da kolay bir şey değildir. Kendi benliğinin, potansiyelinin dışında yaşayan bireyler ise varoluşsal boşluk, depresyon ve anksiyete, stres ve umutsuzluk, motivasyon kaybı ve bağımlılıklar ile karşılaşabilirler.

“Varoluş, bir yolda olmaktır; insan kendini her gün yeniden yaratır.” der Paul Sartre. Yolda olmak, bu süreçte anlamı aramak, insanın kendini keşfetme serüveninin temelini oluşturuyor. Belki de yaşamı bir yolculuk olarak tasvir edebiliriz. Bu yolculukta üzerimize düşen, karşımıza çıkan işaretleri farkındalıkla okuyup, kendimizi sürekli olarak sorgulayıp, geliştirip erdemli bir yaşam sürmektir. Kendi potansiyelini açığa çıkarmak ve gerçekleştirmek bireyin temel çabası olmalıdır.

Çocukluğumdan bu yana okuduğum kitaplarda sık sık anlam arayışında olanların hikayesine rastladım. Bu bana kendi hayatımın anlamını arama cesareti verdi. Yolda olmayı varış noktasından daha çok önemsiyorum. Sorularımı ve gözüme takılan cevapları toplayıp yola koyuluyorum. Gayret ve umutla. Yolumuz açık olsun.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir